Bazen sesler çok yorucu olabiliyor.
Sanki her şey belediye çöplüğüne kamyonlardan yığılan
şeylermiş gibi üzerinize saçılabiliyor. Çevredeki her şey
batıyor misali. En ufak bir tıkırtı bile sizi çileden çıkarmaya
yetiyor.
Sonra sessizliğe kaçıyorsunuz, daha
sakin olabilmek için. Uzağa kaçıyorsunuz. Uzaklaşırken
sakinleşiyorsunuz da en başta fakat durakladığınız zaman,
kafanızın içi başlıyor konuşmaya. Bir ton tırıvırı hücum
ediyor kafanıza, şimşek çakmasına benzer bir hızla. Yarın ne
yapacağınızdan, seneler önce ne yaptığınıza kadar... Birer
birer başlıyorlar rahatsızlık vermeye. Susmak bilmeden...
Hayal ettiğiniz sessizlik; aklınız
boş, içiniz canlı, kafanız uzak... Etrafı seyrediyorsunuz gibi.
Gökyüzünün güzel mavisi ya da bulutların ardından huzur veren
yağmur sesi. Gülümseyen, sohbet eden insanlar görmek
istiyorsunuz. Fakat görülen ise hararetlice şikâyetlenen
insanlar. Sizin tepeniz atınca, elinde şekerle koşturup gülen bir
çocuktan ziyade istediğini yaptıramadığı için ağlayan bir
çocuk tablosu daha çok çekiyor dikkatinizi. Çünkü kurala göre
bir kere siniriniz bozulduysa, o gün olağanca devamı gelecek. Fark
ediyorsunuz ki; siz sessizliği dinlemeye çalışırken, sessizlik
bile sizi dinlemiyor sanki.
Canınız sıkılmayı sürdürdükçe,
ne yapacağınızı da şaşırıyorsunuz. Aradığınız sakinliği
aktivitelere yöneltiyorsunuz, yoruluyorsunuz. Dinlenmeye başlayınca
yine sil baştan başlıyor durumlar. Huzur istiyorsunuz.
Söylesenize, huzuru kim istemez? Aslında hepimiz huzuru yaratmaya
çalışmak yerine, ortadaki problemlerden kaçıyoruzdur belki de.